Birkaç dindarın bir araya gelerek dini eser okumaları, “Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve akidelere uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek propaganda yapmak…”, hatta “gizli cemiyet kurmak” sayılıyor, dinlerini öğrenmek dışında bir niyetleri bulunmayan mazlum insanların evleri baskınlara maruz kalıyor, haklarında davalar açılıyor, “Asılacaklar” söylentisi çıkarılıp tüm millete gözdağı veriliyordu.
12-13 yaşlarını sürerken, rahmetli babamın da teşvikiyle, Osmanlıca öğrenmeye heveslendim. Okumayı söker sökmez, içimi yazma aşkı sardı. El alışkanlığı kazanmak için de, Risale-i Nur külliyatından küçük bir kitapçığı kopya etmeye başladım. Köy evimiz tam o sırada basıldı.
Sırılsıklam bir yatsı sonrasıydı. Jandarmalar kapıya dayandı. Meğer “gizli âyin” yaptığımız yolunda ihbarlanmışız. Kapı ve duvarlara dipçikler, yumruklar, tekmeler inmeye başladı.
Altmışını geçkin büyük halam, elliyi aşkın anam ve üç ablamla donmuş gibi kala kaldık. Ne yapacağımızı şaşırmış, korku dolu gözlerle bakışırken, yüreğimin müthiş üşüdüğünü, iç titremesine uğradığımı fark ettim.
Kapıyı açmaya kalmadan kilit kırıldı. Aynı anda pencerenin panjuru da parçalandı. Hışımla içeri daldılar. Hiç bir açıklama yapmadan evin her yanına dağıldılar. Sofaları, dolapları, odaları aramaya başladılar. Osmanlıca ne buldularsa getirip sandalyelerin üzerine yığdılar.
Bu arada benim Risale kopyaladığım kâğıtları da bulmuşlardı. Jandarmalardan biri, elinde tuttuğu kâğıt tomarını Başçavuş’a uzatırken, övünerek yorum yapıyordu:
“Komutanım, bunlar sadece okumuyor, aynı zamanda yazıyorlar.”
Jandarma, benim acemice yazdıklarımı ele geçirerek vatan kurtarıyordu! Başçavuş kâğıtlara bir göz gezdirdikten sonra, ortaya sordu: “Kim yazdı bunları?”
Risale-i Nur kopyalayarak iyi bir şey yaptığımdan öylesine emindim ki, iftiharla cevap verdim: “Ben yazdım!”
Paslı bir kelepçe göz açıp kapayana kadar, incecik bileklerime geçti.
Başçavuş kaç yaşında olduğumu sordu. Ondördünde olduğumu söyleyince de kelepçeyi takan jandarmaya kükredi: “Bu daha çocuk. Kelepçe lüzum etmez.”
Sarı suratlı Muhtar, uzun boyunu ikiye katlamış, elindeki kitabı havaya kaldırmış, uzaktan akrabası olan anneme doğru sallarken, bağırıyordu:
“Kaç kere demedim mi size bunları okumayın deye, bunlar zararlı kitap deye, ayrı din mi çıkarıyorsunuz deye...”
O gece ilk kez “zararlı kitap”kavramıyla tanıştım. Bu kavramla savaşmaya da sanırım o gece karar verdim.
O yıllarda Risale-i Nur’ların basımı yasak olduğu için, kendi kitabımızı kendimiz üretiyor, ruh dünyamızı olgunlaştırmaya çalışıyorduk.
Sonra menfez açıldı: Risaleler modern matbaalarda yıllar boyu basıldı. Milyonlarca muhtaç yürek onlarla beslendi.
Derken, amaç ve niyet ne kadar iyi olursa olsun, 2014 Martından bu yana matbaalar sustu. Bantlardan nur akmaz oldu. Ve sanki vatanı çepeçevre sarıp bela ve musibetlerden koruyan “gizli kalkan” kalktı: Üstümüze bela ve musibet yağmaya başladı.
Maden kazaları, trafik kazaları, sel felaketleri, Gezi olayları, Kobani bahanesiyle ateşlenen fitil, sokak hareketleri arka arkaya sökün etti… Yüz yıla bile fazla gelecek olumsuz olayları son bir yıl içinde yaşadık.
“Hayrın susturulması, şerri celbeder”derler!
“Suçlu-sorumlu” filan aramıyorum; “Risale-i Nur’un safiyetini korumak”gibi halisane bir bir niyetten yola çıkıldığını biliyor, Abilerin endişesini de anlıyorum. Bendeniz, sadece Risale-i Nurların basılabileceği bir zemin arıyorum. Nasıl olacaksa, bu artık olmalı.
Merak edenler için bir not düşeyim: Çuvallara doldurulup karakola götürülen tüm eserler, mahkeme kararıyla iade edildi. Ben de yazdıklarımı tamamlayıp Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete giden Haydar Abi ile Üstad’a gönderdim. Kalemime dua buyurdular. O dualı kalem, çok şükür 42 yıldır kesintisiz yazıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder