Çok ama çok etkilendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Daha yakınlarda yaşadığım ve şok edici tesirlerini Rabb’ime her el kaldırışımda iliklerime kadar hissettiğim bu hadise hastalık ve dua ile alâkalı.
Allah, her hastaya Şâfî ismiyle tecelli buyursun; hastalık hayatın daha doğrusu dünya hayatındaki yaşadığımız imtihanın bir parçası. Tersi de doğru; sıhhat de imtihanın bir parçası. İmtihanı kazanmak ve kaybetmek ise bu ikisine karşı alacağımız tavırlarla doğru orantılı.
Eroziv gastrit dedikleri mide hastalığı münasebetiyle aldığım ilaçlar vardı. Doktorlar tedavinin ilki 14 gün, ikincisi ise 6 aylık süren uzun bir sürece yayılacağını söylediler. Devam ediyorum tedaviye. Muntazam ilaçlarımı almaya çalışıyorum. Buna rağmen zaman zaman sanki hiç tedavi olmuyor, ilaç almıyorcasına tedavi öncesi semptomları yaşıyorum. Kaldı ki doktorlar bunu da söylediler bana. Hem de aynı lafızlarla; hastalık belirtileri tedavi esnasında yeniden nüksedebilir; hatta daha da kötü hissedebilirsiniz kendinizi dediler.
Yine böyle bir gün doktorumla farklı bir ortamda karşılaştım. Ayaküstü ilaçlarımı düzenli olarak aldığımdan, bununla beraber hâlâ yaşadığım semptomlardan bahsettim. İtham edici bir dil kullanmadım ama söylediğim sözler ilaçlarınız hiçbir işe yaramadı manasına geliyordu ihtimal. Birkaç cümlelik sözüm bitince doktorumun bana söyledikleri şeyler, işte bu yazının yazılmasına sebebiyet veren ve bende şok etkisi yapan sözlerdi: “İlaçlarını düzenli bir şekilde almaya gösterdiğin ölçüde dua etmeye de özen gösterdin mi?”
Ne yalan söyleyeyim, yüzümün bir yanağında tabir caizse vurdu mu muhatabını yere seren bir Osmanlı tokadının aksini hissettim. “Rabb’im bana şifalar ihsan buyur.” diye dua dua yalvardın mı? Bu diğer yanağımda hissettiğim ikinci tokattı. “Halbuki ben sana dua et demiş hatta reçetenin başına duayı yazmıştım.” Bu cümle üçüncü bir tokattı ve kendimi merdiven basamaklarını otururken buldum.
Şoke olmuştum. Devam ediyordu doktor; tedavinin uzun süreceğini, hiç tedavi olmuyormuş gibi ağrıların nüksedeceğini söylediğini hatırlatıyordu ama benim aklım duadaydı; zira gerçekten şok olmuştum. Neden şoke oldum? Doktordan böyle bir çıkış beklemediğimden mi? Belki. Nedim’in “haddeden geçmiş nezaket yâl u bâl olmuş sana” mısraı ile anlattığı nezaket ve nezaheti temsil eden bir insanın bu çıkışı beni derinden sarstı.
Duaya ve duanın tesir gücüne inanmadığımdan mı? Hayır. Bunu kabul, imanımı sorgulamak manasına gelir ki bu türlü bir haksızlığı kendime yapamam. Hamd olsun, duaya da, duanın tesir gücüne de, Allah’ın nihayetsiz kudretine de, hiç ilaç kullanmasam dahi Allah murâdını yâr ederse Şafiî ismiyle tecelli buyuracağına inanıyorum.
Öyleyse neden? Çok düşündüm ve vardığım sonuç şu: Tıpkı doktorun dediği gibi ilaç almada gösterdiğimiz düzen ve hassasiyet ölçüsünde dua etmeyişimden. Bunun belki de hiç alışık olmadığımız şekilde ve beklemediğimiz zamanda yüzümüze karşı açıkça ifade edilişinden. Halbuki inanıyordum. Doktorlar da ilaçlar da vesile, bu vesilelere hakiki tesir gücü verecek olan Hz. Şâfî sadece Allah diyordum. Ama şimdi iman-amel arasındaki korkunç boşlukla yüzleşince şoke oldum ve hâlâ şokun tesirini üzerinden atamadım.
İnanç-amel bütünlüğünü yakalamak
Bu hatırayı ve kısmen muhasebe, murakabe sayılabilecek bu düşüncelerimi sizlerle paylaşmamın sebebi işte bu. Öyle zannediyorum ki sadece ben değilim bu istikamette hareket eden hasta. Çoklarımız inanç-amel bütünlüğünü yakalayamıyoruz. Bir kırılma noktası aslında bu inanan bir insan için. Dualite hakim çoklarımızın hayatında. İnançlarımız ile söylemlerimiz, söylemlerimiz ile eylemlerimiz o kadar çok farklılık arz ediyor ki bazen aynaya baksak sanırım kendimizi tanıyamayız. Merhum Akif’in,
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir”
dizeleri ile anlattığı gerçek bu olsa gerek.
İşe yaradı mı doktorumun bu çıkışı? Ölçü, ilaçları düzenli alma hassasiyeti içinde düzenli bir şekilde dua etmekse; eskiye nisbetle daha çok Hz. Şâfî’ye sığınma; Şâfî ismini vird-ü zeban ile O’ndan meded umma; Efendimiz’den (sas) mervi sahih şifa talebini muhtevi dualarla Rabb’in rahmet, merhamet, şefkat ve şifa kapısının tokmağına dokunma ise evet işe yaradı. Ama duada derinliği yakalama, cebriye felsefesiyle sebeplere tesir-i hakiki vermeden, bir başka ifade ile “ilaçlar olsa da olur olmasa da olur” dercesine şifanın tek ve yegane kaynağının Allah olduğu bilinci ile dua etmekse, onu Allah bilir.
Sonuç; duaya inancı, o inancın hasıl edeceği ruhu, içtenliği, samimiyeti yakalamak zorundayız; eğer gerçekten inanıyorsak. O zaman kim bilir Allah şekil şartlarına uymasak bile Şâfî ismiyle tecelli edecektir. Meşhur hikâyedir; bir cuma günü ezan okunurken herkes camiye koşar ama küçük bir çocuk koyunlara çobanlık yapsın diye sürülerin başında bırakılır. Herkesin heyecanla camiye yöneldiğini gören çocuk koyunların başında yere oturur ve “elif, be, te, se” demeye başlar. Yoldan geçen birisi bunu duyar ve sorar çocuğa ne yapıyorsun diye. Çocuğun cevabı Şu: “Ben hiç dua bilmiyorum. Fakat Allah’ın beni koruması ve koyunlarımı güderken bana yardım etmesini istiyorum. O her şeyi bildiğine göre, bu harfleri yan yana koyar ve ne söylemek istediğimi bilir diye düşündüm.” demiş. Sade, basit ve anlaşılabilir ama nice madde üstü ve madde ötesi yolculuklara kaynaklık yapacak engin bir hazine bence çocuğun bu yaklaşımı.
Son sözüm doktoruma; inandığımız ama inandığımız ölçüde hayatımızda yer vermediğimiz bir hakikatle çok sert bir şekilde de olsa yüzleşmemi sağladığınız için teşekkürler. Böyle doktorları bizlere ihsan eden Rabb’ime de
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder